Sevgili tata için Panna Cotta tarifi
Önce malzemeler (Bu arada Panna Cotta fotoğrafı görmek isterseniz tıklayın) :
yeme-içme kültürüne dair...

Merhaba, ben Bahar Yaka. 36 yıllık hayatımın 24 yılını doğduğum şehir olan İzmir'de geçirdim. Yemek yapmayı ve yemeyi çok seven, her öğünün adeta ritüel olduğu bir ailede büyüdüm. Herkesin bulunmak için büyük özen gösterdiği akşam yemeklerinin, geç vakit yapılan pazar kahvaltılarının tadı hala damağımdadır. Balkan kökenli bir ailenin 2. kuşak İzmir'lisi olarak, damağım hem Akdeniz mutfağının eşsiz lezzetleriyle tanıştı hem de Trakya mutfağının ot kokulu yemeklerinden tattı. Böylece yemek ve içmek hayatta en çok sevdiğim şeylerin başında yeraldı. Yaşım ilerledikçe şarapla tanıştım. Hatta tanışmakla kalmayıp kendi şarabımı yapmaya başladım. Şarabın en yakın dostu olan peynir ise, asla vazgeçemeyeceklerim arasındaydı. Her yeni tadın içindekini keşfetmek ve onu denemek en büyük hobilerimden oldu. Bu site sayesinde de bildiklerimi sizlerle paylaştım.
28 Mayıs Pazar günü "Mutfak Kültürü Atölyesi"nin ilk çalışmasını gerçekleştirdik. Sayımız neredeyse yirmiyi bulduğu için benim dükkana sığamadık ve bundan böyle atölye çalışmalarımızı sürdüreceğimiz yeni mekanımız, Sister's Restaurant'ın mutfağına taşındık. Sevimli bir mutfağımız, anlayışlı ev sahiplerimiz vardı. 20 tane acemi çaylağın mutfaklarında pürpanik koşturmalarını, büyük bir şaşkınlıkla seyreden mutfak personelinin yüzlerini hiçbirimiz unutmayacağız :) Herkesin bir an önce mutfağa inmek istemesine ve karınlarımızın zil çalmasına rağmen, sevgili şefimizin verdiği mutfak kültürüne dair teorik bilgileri hevesle dinleyip notlar aldık. Gruplara ayrılıp, iş bölümü yaptık. İş bölümü yaparken kur'a çektik ve hiç istemediğim servis işi bana çıktı. İstemiyordum çünkü, ben mutfakta olmalıydım... Ama tabii ki ben de servis saatine kadar, mutfaktan hiç ayrılmadım. Herkese elimden geldiğince yardım ettim. Çok şey öğrendim.
Hummalı bir çalışmanın sonucunda, şefimizin bizim için önceden hazırladığı menüyü hayata geçirdik. Genelde mutfakta yalnız çalışan biri olmama rağmen, ben bu curcunadan çok ama çok keyif aldım. Yemekler servise çıkınca, aşağıdaki o kaostan nasıl böyle sakin görünüşlü, nefis yemekler çıktı anlayamadım. Ama yine de ilk dersimiz ve hepbirlikte ilk mutfağa girişimiz olduğunu düşünürsek, çok başarılı bir çalışma idi... Menümüzde neler mi vardı? Hemen yazayım:
Servis'ten sorumlu ben ve diğer 3 servis arkadaşımın hazırladığı sofra (toplam 21 kişilik)
Yoğurt sosuna, süt kreması, taze nane, maydonoz ve dereotu eklediğimiz çılbırımız nefis bir iştah açıcıydı...
İçinde kıyma, soğan, zencefil ve taze kişniş olan Türkmen mantısı ise, ilginç hamur kapatma yöntemiyle, biz acemilerin elinde oldukça farklı varyasyonlarda şekillendi... Soya soslu bir karışımla servis edildi...
Piliç Topkapı'nın fotoğrafı için çok özür diliyorum ama, o kadar çok acıkmıştım ki, bir de mantı yiyememenin verdiği sıkıntıyla fotoğraf çekmeden yemeye başladım. Çok şükür ki bitmeden aklıma geldi. Servis personeli olduğum için, iki servis arasında bir koşu kendi yemeğimi tatmaya giderken onu unutmuşum. Evde tekrarladığımda söz, çok daha iyisini ekleyeceğim. İçine, mantarlı, bademli iç pilav doldurulmuş piliç göğüs yanında, haşlanmış, soslanmış brokoli ve Fransız fasulyesi...
Domates, salatalık, taze soğan, kuru soğan, taze nane, maydonoz, dereotu ve beyaz peynirden oluşan Ege Salatamız... Servis yapmaya çalışırken unuttuğum ve yedikten sonra, tadını çıkartırken aklıma gelen diğer bir lezzet de tatlımız "panna cotta ve çikolatalı meyveler" onları da bir daha ki denemede yazarım. Bize bildiklerini öğrettiği için şefimiz Emrullah Bey'e, bize mutfağını açan sevgili Sister's sahiplerine ve bize günboyu tahammül eden mutfak personeline yürekten teşekkür ederim. Önümüzdeki ay, yeni lezzetlerde görüşmek üzere...
Imiglykos, bizim ülkemizde "tatlı bayan içkisi" denilen ve bana daima saçma gelen bir ifadenin kurbanı olabilecek lezzette yarı tatlı bir beyaz. Hiçbir şaraba cinsiyet yakıştırmayı sevmeyen ve her zaman sek şarapları tercih eden ben bile Imiglykos'dan çok etkilendim ve O'nu oldukça feminen buldum. Bundaki en büyük etken, etiketindeki Antik Yunan kostümlü 3 bayandı belkide ya da hafifliği ve ferahlatıcılığı. Ama yine de ben, heyecanla Retsina'yı bekledim.
Retsina (reçina diye okunuyor), tahmin edeceğiniz gibi, adını çam ağaçlarının reçinesinden alıyor. Daha üretimin ilk aşamalarında, şarabın içine eklenen reçine, nihai ürünün daha sağlıklı bir şekilde muhafaza edilmesini sağlarken, şaraba çok özel bir de aroma katıyor. Bu iki olumlu özelliğiyle şarabı destekleyen reçine ile Yunanistan'ın bütün karakteristik özelliklerini taşıyan beyaz üzümlerinin biraraya gelmesiyle Retsina doğuyor ve yıllar sonra komşu ülke topraklarında kadehlerimize doluyor. Kadehi koklamak, aldığınız ilk yudumu ağzınızın içinde dolaştırmak, genzinizde, boğazınızda o reçine kokusunu hissetmek çok heyecan verici. Hazırlıklı olmamıza rağmen şaşırtıcı. Emin olun ki Retsina, bu güne kadar tattığınız beyazlardan çok farklı. Kostas'ın dediği gibi, "O'nu bir beyaz şarap olarak tadarsanız hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz...". Evet, gerçekten de o, bugüne kadar tattıklarımdan çok farklı, çok şahsına münhasır... Kesinlikle bildik beyazlardan farklı sınıflandırılması gereken bir şarap, çok başarılı bir keşif...
ve gecenin son denemesi bir tatlı beyaz. Bana göre şaraptan çok bir likör. Ama yine de tatlı şarapları sevenlerin yüzünde gördüğüm keyif, mutluluk verici. Yapısında, yoğun olarak hissedebileceğiniz portakal ve elma aroması, damağınızda tam bir meyve şöleni yaşatıyor.
Tsantali'nin, Chalkidiki bölgesindeki bağları... Bu bağlarda yetişen üzümler, Akdeniz'in tüm karakteristik özelliklerini taşıyor. Yunanistan'ın Dünya şarap pazarına armağanı...
Biz her ne kadar, sadece beyazlardan denemiş olsak da, Tsantali'nin kırmızılarının da methini, Dünya basınında görebiliyoruz. Şarap dünyasında sayısız başarılara imza atmış Tsantali, organik tarıma çok önem veren firmalardan biri...
Şarap üretiminin yanısıra, bizim rakımızla kardeş içki olan Ouzo (Uzo okunur) üretiminde de çok önemli bir konuma sahip. Akropolis'i çağrıştıran şişe tasarımıyla oldukça şık bir ürün.
Şarap serüvenleri boyunca, Dünya basınında sıkça yeralan Tsantali, sahip olduğu değerleri, komşusuyla paylaşmaya hazırlanıyor. Yakın zamanda, tüm seçkin şarap butiklerinde ürünlerini bulabileceğiniz Tsantali'yi daha yakından tanımak isteyenler için 05-09 Temmuz tarihleri arasında, Yunanistan Şarap Turu düzenleniyor. İstanbul - Kavala- Selanik - Halkidiki - İstanbul güzergahında seyredecek olan gezide, Tsantali bağları ve şarap üretim tesisleri gezilecek, bol bol şarap tadımı gerçekleşecek. Bir taşla iki kuş vurmak isteyen gezgin şarapseverlere duyurulur...
Çileği çok seviyorum, özellikle de pastalarda kullanmayı. Çileğin aroması ve görsel güzelliğiyle, kendinizi yormadan harikalar yaratabiliyorsunuz. Ben Savoyer bisküviyi daha önce hiç denememiştim. Geçen gün bir müşterim istedi ve onun üzerine hemen denedim. Elbette glutensiz... İlk deneme için hiç de fena olmadı. Hemen savoyerlerimle ve sabah aldığım enfes çileklerle bir Şarlot yapmaya karar verdim. Bu pastanın görüntüsüne bayılıyorum. Adı bile bir havalı "ŞARLOT" ... Neyse lafı daha fazla uzatmadan savoyer reçetemize geçelim :





















Gün içinde tarihle hiç işim olmamıştı. Nasılsa az önce dikkatimi çekti ve anımsadım. Bugün 5 Mayıs yani "Hıdrellez". Geceye adını vermiş, adının başına ermiş sıfatını almış Hızır ile İlyas'ın gecesi. İnanışa göre bereketin ve kısmetin simgesi olan Hızır, her zaman farklı kılıklarda çıkarmış insanların karşısına. Özellikle de Hıdrellez'de, Hızır'ın karşılarına kimin kılığında çıkacağı belli olmayacağı için her zamankinden daha cömert, daha yardımsever olurmuş insanlar. Hani belki karşılaştığımız Hızır'dır da cömertliğimiz karşılığında bizi mükafatlandırır diye... Çıkar dünyası işte, hiçbir zaman değişmeyecek... Cömertlik, yardımseverlik bir günle, bir geceyle sınırlı kalıp, bu kadarıyla evimize bereket getirecek diye düşünenler varsa, çok beklemesin bence. Bereketin ve kısmetin bizlerden beklediği daha fazlası...
Çocukluğumda Hıdrellez demek, sadece yılda bir kez, gece vakti sokağa çıkmamıza izin verilmesi demekti. Heyecanı bir hafta önceden başlardı. Ateş yakmak için, bir sürü çalı çırpı toplar, her zaman topladıklarımızın yetmeyeceğini düşünürdük. Biz evde akşam yemeğimizi yerken, sokağa çıkan ve ateşten atlamaya başlayan çocukların seslerini duydukça babamın gözünün içine bakar, "hadi siz de çıkın" diye işaret etmesini beklerdik. Annem, düşüp yanacağız diye yüreği pır pır, istemeye istemeye salardı bizi sokağa. Gece karanlığında sokakta olmanın verdiği heyecanla, annemin bütün gece perdenin arkasından bizi izlemiş olduğunu farketmez kendimizi yalnız zannederdik. Gözlerimizin içi alev alev yanıncaya kadar, ateşin üzerinden atlar, adeta -füme- olmuş vaziyette eve döner, saatlerce yıkanıp paklanır, ateşin son demlerinin tadını çıkaran daha özgür çocukları seyrederdik pencereden. O is kokusu günlerce çıkmazdı evlerden. Ama asıl eğlence ertesi gün olurdu. Aslında biz bu eğlenceyi sadece seyredenlerdik hep. Sepetini kapan pikniğe giderdi. Sazlı sözlü, çoluk çocuk kapının önünden geçen kalabalık aileler, gün boyu piknik yapmanın, haşlanmış yumurta ve taze soğan ikilisinin tadını çıkarırlardı.
Umarım, sizin de bu gece gül ağacına bağlayacağınız dileğiniz gerçekleşir. Ben şimdiden hepinize, bu güne kadar dilenmemiş tüm güzellikleri diliyorum...


